28 Ağustos 2012 Salı

Travesti gibi hissettiğim zamanlar ve Seski Vocalar



Hani olur ya bazen kalkarsınız "Nehen bugün insana benziyorum o yea" ile "Ben niye bu aynayı şeyettim ki yani neden ki yani NEDEN YANİ" gibi seçenekler arasında kalırsınız. Heh, o da oluyor bana. Ama bazen o ayna denen zıkkıma bakıyorum,bakıyorum,bakıyorum... Yemin ederim tipimi anlamıyorum.

Sonra diyorum,sen gizli bir travestisin.Dert etme böyle şeyleri Nayt.

Ve iştee böle 9 kedili bir kadın oldum-falan adkkaslşdkş. Gerçi Kuroneko gibi kedim olsa ben razı olurdum lan,Cat Lady lafı iltifat olurdu.

 

Evet güzel bir giriş oldu sankim

Şöyle 3 haftadır bi bok yazmıyormuşum. Teknik olarak burdan çok sık olarak umudu kesiyorum ama sıkılıyorum işte nabarsın. Zaten okul denen zıkkım geldi. Hani ben emindim bu yazın da göt gibi geçeceğinden, kayıtlara geçmesi gerekirse hayatımın en dötten en saçma en uyuz en iğrenç (yarım saat sonra) en gereksiz yazıydı, bu kadar kötü geçeceğini bilmesem de berbattı yani -içindeki sinirini atamamış ergen-.

Aman efendim siz zaten şu zamanlarda bile bloggerı açamayan açıyorsa da tınlamayan bir ahalisiniz,okulda açabileceğinizden hiç umudum yok ki. Niye olsun bir kere? Anladığım kadarıyla burdaki popülasyonun çoğu sbs'ye girecek vatandaşlardan oluşuyor,onların yüzünü nah görecez muhtemelen. Bizim gibi liseli vatandaşların da ailesi sorunlu çoğunlukla, o yüzden 9 ay bilemedin sömestr arasında açma nezaketini gösterirseniz 5 aya filan görüşürüz. Aa, böyle bi kız mı vardı yie, ehehe bunun blogunu takip ediyomuşum lan, bloggerın nası çalıştığını unuttum hay bin maymun! gibi laflar beklendiktir.

Şaka şaka f.f.f Nayt ablanız atar yapıyor gibi dursa da seviyor sizi çocuklar. Tahminen sizden bir daha haber alınamayacağı için şimdiden sınavlarınızda başarılar diliyorum U-U Go kick those teachers' asses. He liseye yeni başlayan yavrularım varsa arada onlar da 1 haftaya alışır,stres yapmasınlar. *grup kucaklaşması yapmaya çalışırken sübyancı/potansiyel sapık muamelesi görüp taşlanır*

Her neyse,güzel konulara geçelim,shall we? Japoncası shimimashou gibi bişeydi de yazamadım sankim =W=

Dil idiğüm belirsiz bi yerine tüküriyim. İng-Tr-Jp akıyorum. Yalnız ben neden bu kadar küfürbaz oldum lan ._. Kendim bile çözemedi- Heh güzel konular diyoduk.

O değilde, neden beğendiğim her yeni Vocaloid  kız çıkıyor? Erkek gösterip kız çakıyorlar küfrettiğimin robotları ifrit gidiyorum. Önce Valshe'de böyle oldu,sonra da Kuro Neko'da (96Neko). Hadi yine Len'i şeyettik ama o da Imitation Black'i yapmış bir herif sonuçta,arada şüpheleniyorum ben <.< >.> <.>





 
                                     (Valshe)

Key I'm just gonna go and cry in that corner till like...I grow mushrooms forever?

Nası lan.Nası yani. Işınlanmayı bırak,Tanrı parçacığını bırak, Curiosity'i bırak (haberleri de takip etmem ya her şeyi ya tumblr'dan ya da 9gag'den öğreniyorum..) ve buna odaklan.NEDEN.NASI.KIZ.OLABİLİR.

Gerçi kız yazıyo da..Hani.HADİ AMA. Japon bunlar dostum. Çekik gözlü 1.60 boyunda sapık dostlarımız, bir yerinde erkektir elbet Valshe U_U İnanıyorum ben. Hem Valshe Len'in şarkılarını söyleyen-yazan-bi zıkkım eden bi vocaydı, erkektir elbette de sırf biz uyuz olalım diye kız yazıyolardır eminim ben.Okudum satır aralarını.








(96Neko-KuroNeko)


Ha punk görünümden filan 96Neko'nun kız olarak düşünülmesi biraz daha olasılıklı bir ihtimal...Tabi,şu videolara kadar.


Len-kun now <A<!Len-kun now >A>! Len-kunLen-kunLen-kun NOW <A>! (CP miydi bi yere basıp altyazı şeyedebiliyonuz buarada o.o)




He burdan diyceniz "Ee burda da kız gibi duruyo =A= Neden erkek sanak ki". Ben zaten burda erkek gibi demiyorum,ERKEK OLMALI DİYORUM.

Hani kesinlikle karşı olmasam da hardcore bir fujoshi değilim, buarada Unazo Ablamıza selamlar. Yaoi deyince aklıma artık ilk sen geliyorsun sensei o.o Neyse ne diyordum, böyle şeylere karşı çıkan ya da ıyk böyk gözüyle bakan biri değilim. Genelde yaoi sevdam bir Hetalia'da ağır basıyor,bir de Voca'larda..
Ama bir düşünün, HAYATINIZIN EN GÜZEL PAIRING'İ OLMAZ MIYDI ERKEK OLSA ŞU 96NEKO TTWTT! Tabi ben bu çifte bi ay önce kafayı taktım ama bloggera yazmaya üşendim o yüzden şuan tam hislerimi yazamıyorum da en son "BU SHIPPING DÜNYAYA HUZUR GETİRECEK!IŞIĞI GÖRÜYORUM! BARIŞI VE GÜZELLİĞİ GÖRÜYORUM! SEVGİYİ GÖRÜYORUM! OHMAYGOD BUDDHA HAKLIYMIŞ!" gibi laflar sarf ediyordum abartısız.

Hatta shipping listemi güncellersem:

1. İlk sırayı 96Neko x Len çekiyordu.
2. Sonrasında Anonim Bayan'ın RP'sinden Ryuun x Zhulan vardı. Yemin ederim bu çocuğu bir yakmak bir de yemek istiyorum, fangirllüğün çetrefilli anları...
3. Üçüncü sırada daha görmediğiniz ve muhtemelen de uzun müddetçe göremeyeceğiniz Arinna x Damon vardı. Biraz klişe olsalar da zevklidirler ama.
4. Vee en son eziklerimiz Selene x James'ti asldkasdlş Acımasız bir editörüm,diyecek lafım yok.

Öyle yani,kim ne halt derse desin ben 96Neko'nun erkek olduğu iddiasındayım,değilse de erkek yapacam! YETER ULAN.KIRK YILDA BİR YAOİ SEVDAMIZ TUTMUŞ KİMİ KANDIRIYORSUNUZ "BU SEKSİ VELET KIZ ASLINDA U-U" DİYE?SADİST MİSİNİZ OLUM SİZ,MOE'NİN GÜCÜNÜ HAFİFE Mİ ALIYORSUNUZ!

İşte durum böyle. Ha birde geçen sıkıntıdan K-ON'a bakam dedim, lan tumblr'da abuk gifler görüyorum öyle bölüm görmemişim. Sonra bir de baktım..."K-ON'un filmi vardı diimiegg"

Öyle işte.Anime kadar komik olmasa da Yui'nin popo üstü düşerek kayıp İngiliz herifin bacak arasından geçmesi,İngilizce konuşamamaları, Ritsu'nun Sushi Bar'daki herife hiç bi halt anlatamadıktan sonra "I...rove...Sushi?" demesi tanımlanamayan hayvan seslerinde anırmama sebep oldu.

Tabi kendimi Mio'yla özdeşleştirdiğim için onun da Londra sevdalısı ve İngilizler şakıdığında tek anlayan insan olması güzel ironiler yaşattı bana.









;_; seni çok özlemişim Mio,gızlar.

K-on güzeldi lan,valla. Artık etkin olmasa da beni çok mutlu eden anılar yaşattı o yüzden vazgeçmem ben Keionbumdan. Siz de gidin izleyin bea halla halla zaten işsiz güçsüzsünüz olum U_U

Bir atar mı komedi mi belli olmayan cinssiz bir yazının daha sonuna geldik. Haydin kendinize iyi bakın.

5 Ağustos 2012 Pazar

"Çok" beklenen an...

Hım,ben biaralar buraya bi hikaye koyacaktım ya? Sürekli bunu diyip de sonra gerizekalılık ederek koymadım ve mal profili çizdim ya? Evet bunun gayet de farkındayım. Teknik olarak amacım hiç kimseyi uyuz etmek ya da -ne alakaysa- zoru oynamak değildi ama... Sürekli tedirgindim ve hala da koyarken cesaret dolu olduğumu söyleyemeyeceğim. Ne zaman "Tamam artık koyacağım" safhasına gelsem bi halt oldu. Sürekli bi döt sürekli bi karmaşa. Yok blog kafayı yedi yok ben kafayı yedim yok bilgisayarımın tuşları çıktı   (space n ve delete tuşum yok bayanlar baylar).

Gerçi Blog'un kafayı yeme durumu hala sürüyor. Gerizekalı şey yine yorumları almamaya başladı. Aslında kimse yorum yapmıyor da olabilir...Fak.Bilmiyorum ._. Sheri "senin yorumunu b** yayınlarız diye sayfayı kapatıyo" dediydi en son sanırım durum bu. Allahım yarabbim, ben bi huzur içinde arkaplan değiştiremeyecek miyim? Tamam kabul ediyorum, bu konularda ölümüne gerizekalıyım.  Ama.Tövbeli.HTML'lere.dokunmamıştım. <-- Her şeyin htmllerle alakalı olduğunu varsayan gerizekalı sendromu.

Bu yüzden bi yorum atsanız da göremiycem ve  hikayeyi ilk defa koyduğum için cinnet geçircem ve kimseden bi ses gelmediği için kendimi yiycem vesaire vesaire...

İşte bu yüzdennn yeni email hesabı aldım u.u Neden yenisini aldım, çünkü eskisinin adını 11 yaşında filan koymuştum ve 11 yaşında aldığınız email adresini insanlara söylediğinizde suratlarındaki ifade genellikle:

ya da  oluyor...

Er geç yeni bir email hesabı gerekiyordu zaten...

Tabi email adresi almak ayrı bir iğrençlik. Lan gerizekalı şey şifre kabul etmiyor tüküriyim. Yazıyorum "Sayı ya da işaret ekle gerizekalı 'emailim niye hackleniyo' diyosun sonra" yapıyo, yok "şifrende adın geçemez malak böhöhöhm" diyo, yok "16 karakteri geçemen aybalam" diye benle böyle bir yarım saat ebe geçiyor.

Neyse kısaca olay budur. Yorum işini halledene kadar bu adrese düşüncelerinizi atarsanız açıkçası çok sevinirim ._. Sizlerden haber almamın tek yolu bu çünkü.. Yoksa "ahahaha kendimden nefret ediyorum *shot*" diye kafama sıkacam muhtemelen .w." 

Sırf yorum da olmayabilir ne biliyim sıkıldaysanız ya da bu maldan arkadaş olur belki dediyseniz de konuşabiliriz ;_; filan...falan *foreveralone*

Tamam artık susuyorum.Email adresi bu:

lunaxsol_11@hotmail.com (hey...düzgün bi adres adı buldum dememiştim)

Vee her an başladığım gibi bitirebileceğim hikayenin ilk bölümü de bu... *sigh* Ben yine de sıkacak kurşunları kaldırmıyım iyisi mi...


Not: Anonim Bayan isminin kullanılmasını yine istemedi bu yüzden durduk durmadık yere bu adı görürseniz şaşırmayın.
Notnot: Broshake'in ne olduğunu bilmeyenler için: (Türkçesi varsa bilmiyorum =,=")









ÖLÜM BEKÇİSİ
(çünkü başlığı çat diye ortaya koymak çok güzel)
                        


                        Ölümün yolunda yakarışı duyulur                   
                        Küçük İnsanın.
                       Af diler, merhamet ister…
                       Bakar soran gözlerle
                       Ölüm Meleğine
                      “Hatıram kalacak mı yaşadığım yerde?”
                       İstifini bozmaz Melek, cevap verir:
                      “Şayet,” der, “ mutluluk verdiysen,
                       Ölüm bile ayıramaz seni
                       Sevdiğin insanlardan;
                       Fakat üzmüşsen sevdiğini, seni seveni,
                       Aciz dünyanda yaşattıkların hatırlansa dahi
                      Acı olacaktır elinde tek kalan.”
                                                      


                                            1
                              “Yeniden Doğuş”


Zaman, yaşam ve ölüm…
İnsanoğlunun ele geçiremediği birkaç şey.

İnsan:
Zamanı geri çeviremez, ya da ileriyi göremez. Onu durduramaz da, yok da edemez.

Yaşamı başkasına Tanrı istemedikçe veremez. Ve yapması ne kadar yanlış olsa da, yaşamı başkasından Tanrı istemedikçe de alamaz.

Ve son olarak. Ölümden asla kaçamaz. Ne zaman geleceğini bilemez.  Ölümün kime vuracağını, bu aciz dünyada yaşamının ne kadar süreceğini, kaç defa nefes aldıktan sonra bir daha asla nefes alamayacağını…
Bilemez.
Kontrol edemez.
İşin gerçeğine bakın ki, ben de bilmiyordum. Ve de ne kadar ağlarsam ağlayayım, dünyayı kontrol edemiyordum.

  
Nightlion

  Ana salonun tünel koridoruna açılan kapı her zaman olduğu gibi uzaktan bakıldığında karanlık bir mağara girişini andırıyordu. Kapının karşısında duran merdivenlerde bütün öğrenciler bekliyordu: arkadaşlarım, kardeşim, ben ve diğerleri…

O kapıya “Çaylak Kapısı” da denirdi. Çünkü gelenekti, her yeni öğrenci adam gibi ön kapıdan gireceğine, aşağıda bulunan dövüş sahasından ana salona dramatik bir giriş yaparak yeni dünyasına doğru adım atardı.

Beklediğimiz insanlar neredeyse 3 yıl önce o kapıdan zaten ilk geçişlerini yapmışlardı.

Ve de 1.5 yıl önce o kapıdan geçip gitmişlerdi.

Normal, kolay bir görevdi. Birkaç adamla konuşup  -belki azıcık karate bilgilerini kullanarak- biraz bilgi toplayacak ve geri geleceklerdi.

Ama biri öldü, bir diğeriyse kaçmak zorunda kaldı.

Şey, en azından 1.5 yıl boyunca kafayı yememe neden olan yalan buydu.
Fakat gerçek şuydu ki, olanlar düşmanları kandırmak için hazırlanan bir numaradan başka bir şey değildi.
Ama hak verirseniz en azından bize yalan söyleyeceklerine bunu haber vermeleri çok daha iyi olabilirdi.

Ben kafamı eğmiş bunları düşünürken iç gıdıklayıcı deja vu hissinden bir türlü kurtulamıyordum. Kaşlarımı çatmış düşünüyordum:

Neden? Bize söyleselerdi ne olurdu sanki?

Yaklaşan ayak sesleri düşüncelerimden sıyrılıp kafamı kaldırmama neden oldu. Göz ucuyla arkadaşlarıma baktığımda hepsi nefeslerini tutmuş pür dikkat o karanlıktan çıkacak iki kişiyi bekliyordu.

İç geçirerek gözlerimi kapıya geri çevirdim. Saat öğleden sonra 5 civarıydı ve Ocak ayının başlarında olmamıza rağmen bu yıl hiç kış yaşamayacakmışız gibi hava gayet ılıktı. Ama duruma ve de duygularıma uygun olacak şekilde şiddetli bir kar fırtınası kesinlikle fena bir fikir değildi.

Nihayet kapının karanlığında iki süliet belirdi. Biri diğerinden neredeyse 15 –ya da az daha fazla- santim uzun iki kişi diğerlerinin olduğu kadar heyecanlı duruyordu. Karanlıktan çıktılar ve nefeslerini tutarak karşılarındaki kalabalığa tepkilerini beklerlercesine bakakaldılar.

Kızın saçları kömür siyahıydı, fakat fazla soluk teni dikkate alınınca saçlarıyla çelişki oluşturuyor gibi duruyordu. Ama yine de bence teni bir İngiliz’e göre gayet normal sayılabilecek ölçüdeydi. Kalkık ve hoş bir burna sahipti. Dolgun, sevimli dudakları vardı ve şuan heyecandan onları ısırıyordu. Açık mavi gözleri insanların ayaklarını yerden kesebiliyordu –Cidden, buna şahit oldum- ve baya ince vücutluydu; hatta manken niyetine karıştırılabilirdi. Üzerinde siyah, sanırım mini sayılabilecek hoş bir etek, siyah saten çizmeler, siyah külotlu bir çorap ve boyundan bağlama hafif dekolte beyaz bir bluz vardı.

Daha kısa söylemek gerekirse o Kate’di. Kalp Kıran Kate, Peşinden Koşturan Kate, İnat Kraliçesi Kate’di.

 Uzun saçlarını atkuyruğu yapmıştı ve mavi gözlerinde merak vardı, özlem vardı… Kâküllerinin arasından sanki yeniden burada olduğuna inanamazcasına karşısındaki gruba bakıyor, hafızasını tazeliyor; her yüzü, her ismi yeniden hatırlıyordu.

Yanındaki daha uzun boylu oğlansa Kate’in abisiydi. Kate’le onu karşılaştırıp arasam arasam ortak nokta olarak gösterebileceğim birkaç özelliği vardı. Saçı bir kere koyu kumraldı ve Kate’in düz saçının aksine hafif dalgalıydı. Yüzü kardeşininki kadar beyaz olsa da sanırım onda biraz daha renk olduğunu söyleyebilirdim. Üzerinde siyah bir kot, ayağında siyah Converseler ve üstünde koyu lacivert bir t-shirtle dikiliyordu. Ortak noktalarından biri olarak o da kız kardeşi gibi ince yapılıydı fakat formunda duruyordu, t-shirtünün kollarında beliren orta karar kasları bunun ispatıydı.

Sanırım sırası biraz karıştı ama en iyisini sona bırakmak zorundaydım.

2. ortaklık olarak burnu kardeşininki gibi kalkıktı ve çenesiyle elmacık kemiklerini belli eden uzun bir yüzü vardı. Ve gözleri... Gözleri yosun yeşiliydi, rengi baya uzaktan seçilebilecek açıklıktaydı. Ama ne olursa olsun hep anlamlı bakardı.

Gözleri âşık olduğum adamın gözleriydi.

Ve utanarak söylüyorum, onu modern dünyada kaybolmuş bir Yunan Tanrısı gibi görürdüm… Bazen.

 O da birkaç saniye boyunca gözlerini kalabalığın üstünde gezdirdiyse de sıra bana gelince durdu ve o gözlerin üzerimde dolaşmasının verdiği his 1,5 yılın ardından yeniden içime doldu.

Adı dudaklarımdan fısıltı halinde bilinçsizce döküldü: “James.”.
                                                                                                                          
Ben derin bir nefes alırken o da adını söylediğimi duymuşçasına hüzünle dudaklarını büktü. Gözlerini gözlerimden ayırmadı… Sanki her şey 3 yıl önceki gibiydi. Boğazımda bir şeylerin düğümlendiğini ve gözlerimin yandığını hissettiğimde tiz bir sevinç çığlığı düşüncelerimi böldü. Kate kalabalığın tepkisini bekleyemeyecek kadar sabırsız olacak üstümüze doğru koşuyordu ve hedefinin kim olduğunu biliyordum.

Kollarını Burak’ın boynuna atıp dudaklarına gömülürken grup nihayet sessizliğini bozdu ve bir sevinç narası salonda yankılandı.

Neden aynısını ben de yapamıyorum? Diye kendimi sorgularken gözüm yeniden James’e kaydı. Kardeşinin yaptığına hafifçe gülüyor ve yavaş adımlarla bize doğru geliyordu.

 Transa geçmiş halde James’e bakadurayım son anda birinin bana baktığını hissederek hafifçe yan döndüm. Kate Burak’ı öpmeyi ve ona sıkı sıkı sarılmayı kesmiş kucaklaşmak için bana bakıyordu. Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım ve bir an için biriken yaşları yeniden hissettim. Ben hafifçe gülümserken birbirimize sıkıca sarıldık.       

“Evine hoş geldin, Gemina.”

Sesi hafifçe titredi “Evet Gemina,” gülümsediğini ve gözlerinden bir iki yaşın süzüldüğünü hissedebiliyordum “yeniden evde olmak çok güzel.”.

Sarılmayı kestik ve uzaklaşıp birbirimize baktık. İkimizin gözlerinden de artık tutamadığımız yaşlar akıyordu, mutlulukla gülümsüyorduk. Bu sırada arkadan çemkiren bir ses “Mutlu İkiz Kavuşma Bakışmamız” ı bölerken gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim.

“Kızım, valla çok adisiniz lan.”

Hafifçe sırıtarak yana baktığımda Anonim Bayan kollarını göğsünde kavuşturmuş sinirli sinirli bize bakıyor ve bir yandan da ayağını yere vuruyordu.

“E iyi ki bir aklınıza geldim yani.” Deyip bize sarıldı ve “Sen zaten beni hep 2. Sıraya koy pis bebe.”  Diye ekleyerek Kate’i azarlamaya başladı.


“Deme canım ben de seni çok özledim.”

“Kapa çeneni ve sarılmaya devam et mal."

 Bu ikisi eskisi gibi atışadursun gözüm yeniden James’e ilişti. Bir yandan Burak’la broshake yapıyorlar bir yandan da diğer çocuklar James’in sırtına vuruyor; “Hoş geldin dostum”,”Yunanistan’a kız avlamaya gittiydin dimi seni çakal”,”Aman tanrım zombiii”  gibi abuk sabuk erkek karşılamalarından yapıyorlardı. Kızlardan “kötü amaçlar gütmeyen” birkaçı da James’le tokalaştı ama geri kalanının uzaktan uzaktan çocuğu kesmekten başka bir şeyler yaptıkları söylenemezdi. Ben olmasaydım üstüne bile atlayabilirlerdi mübarek…
Çirkef kadınlar.

Sonra bir anda James aniden aklına gelmişim de ona bakıyor muyum diye kontrol etmek ister gibi –ki yakaladı lanet olsun – yüzünü bana çevirdi ve çocuklara teşekkür edip benim yanıma doğru yol aldı. Yakalandığımın utancıyla sinirlenip/utanıp yüzümü çevirdim ve nihayet karşımda dikildiğindeyse nerdeyse tüm vücudum utançtan yanıyordu. Sessiz kız telepatisinden de tahmin ettiğim kadarıyla bizim kızlar “vuhuww enişte zamanı biz en iyisi gidelim” yapıp uzaklaştılar ve gruba katıldıklarında klasik bir “hoş geldin sohbeti” başlasa da biliyordum,bir yandan birkaç kızla -hatta emin değilim hepsi de olabilir..erkekler dahil - bizi gözetliyorlardı .

1.5 yıl boyunca yok olduğu süre içinde ilk 1 yıl hep bu anı düşlemiştim... James ölmemişti, bir şekilde bu bir hata olacak ve buraya geri gelecek, yine karşımda dikilecekti… Yeniden mutlu olacaktık.

Fakat zaman geçiyordu ve etrafıma bakındığımda bu dileğimi gerçekleştirecek hiçbir gelişme ya da imkânın var olmadığını gördüm.

James’in sözde “ölümünün” yasını atlatalı çok olmamıştı. Ki bu süreçte kendime psikolojik ve fiziksel türlü yaralar vermiştim. Ölüm dışarıdan bakıldığında kolaydı. Sonuçta ne ki yani, ateş sadece düştüğü yeri yakardı. Tabi ki Burak da, A.B. de, Arthur ve diğerleri de çok üzülmüştü. James onlar için bir abi, enişte, dosttu.

Ama benim sevgilimdi.

“Canımı feda edebileceğim insanlar listesi” nde cidden yüksek bir mertebedeydi hem de. 

Canım o kadar acımıştı ki. Öldüğünü söylediklerinde dizlerimin bağı çözülmüştü… İnanamamıştım bile. Hatta o an kafamın bir parçası tarihi hatırlamaya çalışmıştı, belki bana şaka yapıyorlardı, doğum günüm ya da 1 Nisan falandı diye.

Sonuçta ne kadar anlatsam şuan bile fayda etmez. Ölüm demekle ölümün nasıl bir his verdiği asla ama asla bilinemez. Hem ayrıca psikolojimi yeni toparladım ve bu konuda şaka yapmıyorum.

Gerçi ben James’in ölümünü daha yeni yeni kabullendim derken 1 ay önce pat diye “James Ducas aslında ölmedi. Görev gereği böyle bir istihbarat kurulması gerekildi ve Bay Ducas 1 ay sonra kardeşiyle birlikte bu grupta görevine şerefiyle devam edecektir.” Demeleri sanırım en ama en kalleşçe şeydi.

Zaten tepkim önce gözlerimden bir iki yaşın düşmesi, sonra da bayılmak olmuştu.

Ve o gece bütün bu olan bitenler yüzünden, hayaller kurmama, ümitler etmeme rağmen James’le bir daha beraber olamayacağımı anlamıştım.

Hayatımla oynamışlardı.
Tanrıcılık Oyunu…
Sanki çok kolaymış gibi James’i bir anda “öldürüp”,bir anda geri diriltmişlerdi… Ve bunu normal bir şeymiş gibi sindirmemizi, sindirmemi bekleyip 1 ay sonra geleceklerinin haberini vermişlerdi.

O anda düşünmeye başlamıştım.

Ya canları bir daha “Tanrıcılık Oyunu” oynamak isterse…

O zaman ne yapacaktım?

Her uslu ev kadını gibi "öldürülen", "göğsüne şarapnel yiyen", "mafya tarafından kaçırılıp boğazı kesilen" sevgilimi mi bekleyecektim?
Ki bunun süresi bile yoktu. Görev bitmediği sürece isterlerse 50 yıl boyunca bile beklemek zorunda kalabilirdim.
50 yıl boyunca her hafta sevgilimin sözde mezarına çiçekler koyup, ilk haftalarda kafayı sıyırıp gecemi gündüzümü mezarda yatıp kalkarak geçirerek hayatımı bitirebilirdim.

Korkuyordum… James bir daha “ölecek” diye korkuyordum. Bu sefer ne olursa olsun beni durduramayacaklarından ve intihar etmek için uçurumlardan atlamaktan korkuyordum.

Belki bunları James’e de söylemeliydim.

Ona korktuğumu söylemeliydim.

“Merhaba, Nightlion.”.

Ses tonu resmiydi. Ama sadece dıştan. İçinde tepkime göre değişecek tınıyı ve yüz ifadesini sezebiliyordum.
Kafamı kaldırdım ve yüzüne baktım. Ne yapacağımı merak ediyordu, ne diyeceğimi. Ama kaşları umutsuzca havaya kalkmış gibiydi. Her şeye kaldığı yerden devam etmemizi isteyen bir yüz ifadesi…
Nightlion…
Takma adım…
İçimden kendime hafifçe güldüm. Komik bir isimdi. Küçükken ben ve kardeşim Burak’ın çok sevdiğimiz bir aslan oyuncağı vardı ve bu aslan, nasıl desem, bizim geceleri karanlığa karşı olan koruyucumuzdu. Zamanla “Gece Aslanı” diye anılan bu aslanın adına bugün bir şekilde mahkûm kalacağımı düşünmezdim. Ki o aslan hala gerçek evimdeki odamda dururdu, hala görevini yapar, karanlığa bekçilik ederdi…

James gerçek adımı pekâlâ biliyordu, bilen sayılı kişiden biriydi, fakat bunu ortalık yerde söylerse, güvenliğimin tehlikeye gireceğinin farkındaydı.
Ve eski sevgilim olarak, en azından beni hala birazcık seviyorsa beni bu kadar riskli bir duruma düşürecek kadar salakça davranmazdı.
Çok fazla şey düşünüp çok az konuştuğumu fark edince cevap vermem gerektiği aklıma geldi. Sonuçta orda durmuş bön bön bakıyordum. Yüzüm ifadesizdi.

“Merhaba, James.”.

Elimi resmi bir şekilde ona uzatırken yüzüne bakmaya devam ediyordum. Ve bunu yaparken kaşlarının ve tüm yüzünün hayal kırıklığıyla şekil değiştirmesine bizzat şahit olmuştum.
Böyle desem bile diğerleri bizi dışarıdan nasıl görüyordu bilmiyordum. Çünkü James’in bunları yaptığını cidden görebiliyorlar mıydı emin değildim, ben James’i okuyabilirdim. Yüzündeki her bir mimiğin, söylediği her bir sözün anlamını tartabilecek derecede ona bağlıydım.

Ve şimdi de anladığım kadarıyla bu bağ ne olursa olsun silinmiyordu.

Biz yavaşça el sıkışırken duygularıma bir türlü engel olamıyordum. Tenimin yeniden ona değmesiyle dahi tüm vücudum ürpermişti. Ağlamamak çok zordu, ona sarılamamak, hesap soramamak, içimde biriken öfkeyi ve hüsranı kusamamak…

Toplum bunu “olgunluk” diye adlandırsın, canım yanıyordu. Sanki tuttuğu elimin her yanına iğneler batırılıyordu.

Artık canımı acıtmaya başlayan karıncalanma hissiyle aniden elimi çektim. Biraz fazla ani olsa da yapabileceğim bir şey yoktu… Hiçbir şey yaşanmamış gibi davranamazdım. Davranamıyordum. Bir dakika daha orda kalacaktım ve yeterdi, gözlerimden yaşlar boşalırken nöbet geçirircesine titreyerek tüm savunmamı indirecektim. Belki de kendimi kaybedip ona sarılacaktım ve her şey bitecekti.

Korkuyorum.

“Hoş geldin.”.

Gözlerimi kısarak yapmacık bir gülümseme gönderirken bunu yutmuş olduğunu umuyordum. Ama gözlerimi açtığımda yüzü sertti, verdiği mesajı sesli söylemişti sanki:

Bunu neden yapıyorsun?

Ki bir an için gerçekten sesli söylemiş gibi alındım ve gözlerim açık şaşıp kaldım.
Ona korktuğumu söylemeyecektim.

Kafamda tanıyamadığım bir erkek sesi belirirken irkildim:

 Bir dakika prenses. Bir dakika sonra onun kollarında ağlıyor olacaksın. Bunu gerçekten istiyor musun?

Ha… Hayır.

Korkuyla geri çekildim. James de bu tepkime karşın şaşırdı ve tam ağzını açıp bir şey söyleyecekken sırtımı ona döndüm ve lafını kestim:

“Akşamki partide görüşürüz.”

Merdivenlerin tam dibinde odama doğru koşarak çıkarken Kate’e ve diğerlerine bir el selamı verdim ve nihayet biraz olsun huzur bulabileceğimi düşündüğüm odama girip kendimi yatağıma attım.

Harika, cehennemine hoş geldin N-Li.



nehe..nehehe...hee *shot dead*





Keserek koyacaktım ama fark ettim ki kessem bile devam ettiğimde aşırı abuk olcaktı bu yüzden kesmedim ve bu sefer de çok uzun oldu. Kısaca sonuna kadar okuyabildiyseniz aferim ;w;

Neyse ben ölmeye gidiyorum (bu emoticonu ekleyince nedense bir James Bond repliğiymiş gibi durdu ._.)

Lütfen email adresine yorum atmayı unutmayın TwT Şey tabi blogtan atılıyorsa direk burdan atın ama dediğim gibi bozuk mu değil mi bilmiyorum... Heydin bay bay!