Hım,ben biaralar buraya bi hikaye koyacaktım ya? Sürekli bunu diyip de sonra gerizekalılık ederek koymadım ve mal profili çizdim ya? Evet bunun gayet de farkındayım. Teknik olarak amacım hiç kimseyi uyuz etmek ya da -ne alakaysa- zoru oynamak değildi ama... Sürekli tedirgindim ve hala da koyarken cesaret dolu olduğumu söyleyemeyeceğim. Ne zaman "Tamam artık koyacağım" safhasına gelsem bi halt oldu. Sürekli bi döt sürekli bi karmaşa. Yok blog kafayı yedi yok ben kafayı yedim yok bilgisayarımın tuşları çıktı (space n ve delete tuşum yok bayanlar baylar).
Gerçi Blog'un kafayı yeme durumu hala sürüyor. Gerizekalı şey yine yorumları almamaya başladı. Aslında kimse yorum yapmıyor da olabilir...Fak.Bilmiyorum ._. Sheri "senin yorumunu b** yayınlarız diye sayfayı kapatıyo" dediydi en son sanırım durum bu. Allahım yarabbim, ben bi huzur içinde arkaplan değiştiremeyecek miyim? Tamam kabul ediyorum, bu konularda ölümüne gerizekalıyım. Ama.Tövbeli.HTML'lere.dokunmamıştım. <-- Her şeyin htmllerle alakalı olduğunu varsayan gerizekalı sendromu.
Bu yüzden bi yorum atsanız da göremiycem ve hikayeyi ilk defa koyduğum için cinnet geçircem ve kimseden bi ses gelmediği için kendimi yiycem vesaire vesaire...
İşte bu yüzdennn yeni email hesabı aldım u.u Neden yenisini aldım, çünkü eskisinin adını 11 yaşında filan koymuştum ve 11 yaşında aldığınız email adresini insanlara söylediğinizde suratlarındaki ifade genellikle:
Er geç yeni bir email hesabı gerekiyordu zaten...
Tabi email adresi almak ayrı bir iğrençlik. Lan gerizekalı şey şifre kabul etmiyor tüküriyim. Yazıyorum "Sayı ya da işaret ekle gerizekalı 'emailim niye hackleniyo' diyosun sonra" yapıyo, yok "şifrende adın geçemez malak böhöhöhm" diyo, yok "16 karakteri geçemen aybalam" diye benle böyle bir yarım saat ebe geçiyor.
Neyse kısaca olay budur. Yorum işini halledene kadar bu adrese düşüncelerinizi atarsanız açıkçası çok sevinirim ._. Sizlerden haber almamın tek yolu bu çünkü.. Yoksa "ahahaha kendimden nefret ediyorum *shot*" diye kafama sıkacam muhtemelen .w."
Sırf yorum da olmayabilir ne biliyim sıkıldaysanız ya da bu maldan arkadaş olur belki dediyseniz de konuşabiliriz ;_; filan...falan *foreveralone*
Vee her an başladığım gibi bitirebileceğim hikayenin ilk bölümü de bu... *sigh* Ben yine de sıkacak kurşunları kaldırmıyım iyisi mi...
Not: Anonim Bayan isminin kullanılmasını yine istemedi bu yüzden durduk durmadık yere bu adı görürseniz şaşırmayın.
Notnot: Broshake'in ne olduğunu bilmeyenler için: (Türkçesi varsa bilmiyorum =,=")
ÖLÜM BEKÇİSİ
(çünkü başlığı çat diye ortaya koymak çok güzel)
Ölümün yolunda yakarışı duyulur
Küçük
İnsanın.
Af
diler, merhamet ister…
Bakar soran gözlerle
Ölüm Meleğine
“Hatıram
kalacak mı yaşadığım yerde?”
İstifini bozmaz Melek, cevap verir:
“Şayet,” der, “ mutluluk verdiysen,
Ölüm bile ayıramaz seni
Sevdiğin insanlardan;
Fakat üzmüşsen sevdiğini, seni seveni,
Aciz dünyanda yaşattıkların hatırlansa dahi
Acı
olacaktır elinde tek kalan.”
1
“Yeniden Doğuş”
Zaman, yaşam ve ölüm…
İnsanoğlunun ele geçiremediği birkaç
şey.
İnsan:
Zamanı geri çeviremez, ya da ileriyi
göremez. Onu durduramaz da, yok da edemez.
Yaşamı başkasına Tanrı istemedikçe
veremez. Ve yapması ne kadar yanlış olsa da, yaşamı başkasından Tanrı
istemedikçe de alamaz.
Ve son olarak. Ölümden asla kaçamaz.
Ne zaman geleceğini bilemez. Ölümün kime
vuracağını, bu aciz dünyada yaşamının
ne kadar süreceğini, kaç defa nefes aldıktan sonra bir daha asla nefes alamayacağını…
Bilemez.
Kontrol edemez.
İşin gerçeğine bakın ki, ben de bilmiyordum. Ve de ne kadar
ağlarsam ağlayayım, dünyayı kontrol edemiyordum.
Nightlion
Ana salonun tünel koridoruna açılan kapı her
zaman olduğu gibi uzaktan bakıldığında karanlık bir mağara girişini andırıyordu.
Kapının karşısında duran merdivenlerde bütün öğrenciler bekliyordu: arkadaşlarım,
kardeşim, ben ve diğerleri…
O kapıya “Çaylak Kapısı”
da denirdi. Çünkü gelenekti, her yeni öğrenci adam gibi ön kapıdan gireceğine,
aşağıda bulunan dövüş sahasından ana salona dramatik bir giriş yaparak yeni
dünyasına doğru adım atardı.
Beklediğimiz insanlar
neredeyse 3 yıl önce o kapıdan zaten ilk geçişlerini yapmışlardı.
Ve de 1.5 yıl önce o
kapıdan geçip gitmişlerdi.
Normal, kolay bir
görevdi. Birkaç adamla konuşup -belki
azıcık karate bilgilerini kullanarak- biraz bilgi toplayacak ve geri
geleceklerdi.
Ama biri öldü, bir
diğeriyse kaçmak zorunda kaldı.
Şey, en azından 1.5 yıl
boyunca kafayı yememe neden olan yalan buydu.
Fakat gerçek şuydu ki, olanlar düşmanları kandırmak için
hazırlanan bir numaradan başka bir şey değildi.
Ama hak verirseniz en azından bize yalan söyleyeceklerine bunu
haber vermeleri çok daha iyi olabilirdi.
Ben kafamı eğmiş bunları düşünürken iç gıdıklayıcı deja vu
hissinden bir türlü kurtulamıyordum. Kaşlarımı çatmış düşünüyordum:
Neden? Bize söyleselerdi ne olurdu sanki?
Yaklaşan ayak sesleri düşüncelerimden sıyrılıp kafamı kaldırmama
neden oldu. Göz ucuyla arkadaşlarıma baktığımda hepsi nefeslerini tutmuş pür
dikkat o karanlıktan çıkacak iki kişiyi bekliyordu.
İç geçirerek gözlerimi kapıya geri çevirdim. Saat öğleden
sonra 5 civarıydı ve Ocak ayının başlarında olmamıza rağmen bu yıl hiç kış
yaşamayacakmışız gibi hava gayet ılıktı. Ama duruma ve de duygularıma uygun
olacak şekilde şiddetli bir kar fırtınası kesinlikle fena bir fikir değildi.
Nihayet kapının karanlığında iki süliet belirdi. Biri diğerinden
neredeyse 15 –ya da az daha fazla- santim uzun iki kişi diğerlerinin olduğu kadar heyecanlı duruyordu. Karanlıktan
çıktılar ve nefeslerini tutarak karşılarındaki kalabalığa tepkilerini beklerlercesine
bakakaldılar.
Kızın saçları kömür siyahıydı, fakat fazla soluk teni dikkate
alınınca saçlarıyla çelişki oluşturuyor gibi duruyordu. Ama yine de bence teni
bir İngiliz’e göre gayet normal sayılabilecek ölçüdeydi. Kalkık ve hoş bir burna
sahipti. Dolgun, sevimli dudakları vardı ve şuan heyecandan onları ısırıyordu. Açık mavi gözleri insanların ayaklarını yerden kesebiliyordu –Cidden, buna şahit
oldum- ve baya ince vücutluydu; hatta manken niyetine karıştırılabilirdi.
Üzerinde siyah, sanırım mini sayılabilecek hoş bir etek, siyah saten çizmeler,
siyah külotlu bir çorap ve boyundan bağlama hafif dekolte beyaz bir
bluz vardı.
Daha kısa söylemek gerekirse o Kate’di. Kalp Kıran Kate, Peşinden Koşturan Kate, İnat Kraliçesi Kate’di.
Uzun saçlarını atkuyruğu
yapmıştı ve mavi gözlerinde merak vardı, özlem vardı… Kâküllerinin arasından sanki
yeniden burada olduğuna inanamazcasına karşısındaki gruba bakıyor, hafızasını
tazeliyor; her yüzü, her ismi yeniden hatırlıyordu.
Yanındaki daha uzun boylu oğlansa Kate’in abisiydi. Kate’le onu
karşılaştırıp arasam arasam ortak nokta olarak gösterebileceğim birkaç özelliği
vardı. Saçı bir kere koyu kumraldı ve Kate’in düz saçının aksine hafif
dalgalıydı. Yüzü kardeşininki kadar beyaz olsa da sanırım onda biraz daha renk olduğunu söyleyebilirdim. Üzerinde siyah bir kot, ayağında siyah Converseler ve üstünde koyu lacivert
bir t-shirtle dikiliyordu. Ortak noktalarından biri olarak o da kız kardeşi
gibi ince yapılıydı fakat formunda duruyordu,
t-shirtünün kollarında beliren orta karar kasları bunun ispatıydı.
Sanırım sırası biraz karıştı ama en iyisini sona bırakmak
zorundaydım.
2. ortaklık olarak burnu kardeşininki gibi kalkıktı ve çenesiyle
elmacık kemiklerini belli eden uzun bir yüzü vardı. Ve gözleri... Gözleri yosun
yeşiliydi, rengi baya uzaktan seçilebilecek açıklıktaydı. Ama ne olursa olsun hep anlamlı
bakardı.
Gözleri âşık olduğum adamın gözleriydi.
Ve utanarak söylüyorum, onu modern dünyada kaybolmuş bir Yunan
Tanrısı gibi görürdüm… Bazen.
O da birkaç saniye
boyunca gözlerini kalabalığın üstünde gezdirdiyse de sıra bana gelince durdu ve
o gözlerin üzerimde dolaşmasının verdiği his 1,5 yılın ardından yeniden içime
doldu.
Adı dudaklarımdan fısıltı halinde bilinçsizce döküldü: “James.”.
Ben derin bir nefes alırken o da adını söylediğimi duymuşçasına
hüzünle dudaklarını büktü. Gözlerini gözlerimden ayırmadı… Sanki her şey 3 yıl
önceki gibiydi. Boğazımda bir şeylerin düğümlendiğini ve gözlerimin yandığını
hissettiğimde tiz bir sevinç çığlığı düşüncelerimi böldü. Kate kalabalığın
tepkisini bekleyemeyecek kadar sabırsız olacak üstümüze doğru koşuyordu ve
hedefinin kim olduğunu biliyordum.
Kollarını Burak’ın boynuna atıp dudaklarına gömülürken grup
nihayet sessizliğini bozdu ve bir sevinç narası salonda yankılandı.
Neden aynısını ben de yapamıyorum? Diye kendimi sorgularken gözüm yeniden James’e
kaydı. Kardeşinin yaptığına hafifçe gülüyor ve yavaş adımlarla bize doğru
geliyordu.
Transa geçmiş halde
James’e bakadurayım son anda birinin bana baktığını hissederek hafifçe yan
döndüm. Kate Burak’ı öpmeyi ve ona sıkı sıkı sarılmayı kesmiş kucaklaşmak için
bana bakıyordu. Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım ve bir an için biriken yaşları yeniden hissettim. Ben hafifçe gülümserken birbirimize sıkıca
sarıldık.
“Evine hoş geldin, Gemina.”
Sesi hafifçe titredi “Evet
Gemina,” gülümsediğini ve gözlerinden bir iki yaşın süzüldüğünü
hissedebiliyordum “yeniden evde olmak çok
güzel.”.
Sarılmayı kestik ve uzaklaşıp birbirimize baktık. İkimizin
gözlerinden de artık tutamadığımız yaşlar akıyordu, mutlulukla gülümsüyorduk.
Bu sırada arkadan çemkiren bir ses “Mutlu İkiz Kavuşma Bakışmamız” ı bölerken
gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim.
“Kızım, valla çok adisiniz lan.”
Hafifçe sırıtarak yana baktığımda Anonim Bayan kollarını göğsünde
kavuşturmuş sinirli sinirli bize bakıyor ve bir yandan da ayağını yere vuruyordu.
“E iyi ki bir aklınıza geldim yani.” Deyip bize sarıldı ve “Sen
zaten beni hep 2. Sıraya koy pis bebe.” Diye ekleyerek Kate’i azarlamaya başladı.
“Deme canım ben de seni çok özledim.”
“Kapa çeneni ve sarılmaya devam et mal."
Bu ikisi eskisi gibi
atışadursun gözüm yeniden James’e
ilişti. Bir yandan Burak’la broshake yapıyorlar bir yandan
da diğer çocuklar James’in sırtına vuruyor; “Hoş geldin dostum”,”Yunanistan’a
kız avlamaya gittiydin dimi seni çakal”,”Aman tanrım zombiii” gibi abuk sabuk erkek karşılamalarından
yapıyorlardı. Kızlardan “kötü amaçlar gütmeyen” birkaçı da James’le tokalaştı
ama geri kalanının uzaktan uzaktan çocuğu kesmekten başka bir şeyler yaptıkları
söylenemezdi. Ben olmasaydım üstüne bile atlayabilirlerdi mübarek…
Çirkef kadınlar.
Sonra bir anda James aniden aklına gelmişim de ona bakıyor muyum
diye kontrol etmek ister gibi –ki yakaladı lanet olsun – yüzünü bana çevirdi ve
çocuklara teşekkür edip benim yanıma doğru yol aldı. Yakalandığımın utancıyla
sinirlenip/utanıp yüzümü çevirdim ve nihayet karşımda dikildiğindeyse nerdeyse
tüm vücudum utançtan yanıyordu. Sessiz kız telepatisinden de tahmin ettiğim
kadarıyla bizim kızlar “vuhuww enişte zamanı biz en iyisi gidelim” yapıp
uzaklaştılar ve gruba katıldıklarında klasik bir “hoş geldin sohbeti” başlasa
da biliyordum,bir yandan birkaç kızla -hatta emin değilim hepsi de
olabilir..erkekler dahil - bizi gözetliyorlardı .
1.5 yıl boyunca yok olduğu süre içinde ilk 1 yıl hep bu anı
düşlemiştim... James ölmemişti, bir şekilde bu bir hata olacak ve buraya geri
gelecek, yine karşımda dikilecekti… Yeniden mutlu olacaktık.
Fakat zaman geçiyordu ve etrafıma bakındığımda bu dileğimi
gerçekleştirecek hiçbir gelişme ya da imkânın var olmadığını gördüm.
James’in sözde “ölümünün” yasını atlatalı çok olmamıştı. Ki bu
süreçte kendime psikolojik ve fiziksel türlü yaralar vermiştim. Ölüm dışarıdan
bakıldığında kolaydı. Sonuçta ne ki yani, ateş sadece düştüğü yeri yakardı.
Tabi ki Burak da, A.B. de, Arthur ve diğerleri de çok üzülmüştü. James
onlar için bir abi, enişte, dosttu.
Ama benim sevgilimdi.
“Canımı feda edebileceğim insanlar listesi” nde cidden yüksek bir mertebedeydi hem
de.
Canım o kadar acımıştı ki. Öldüğünü söylediklerinde dizlerimin
bağı çözülmüştü… İnanamamıştım bile. Hatta o an kafamın bir parçası tarihi
hatırlamaya çalışmıştı, belki bana şaka yapıyorlardı, doğum günüm ya da 1 Nisan
falandı diye.
Sonuçta ne kadar anlatsam şuan bile fayda etmez. Ölüm demekle
ölümün nasıl bir his verdiği asla ama asla bilinemez. Hem ayrıca psikolojimi
yeni toparladım ve bu konuda şaka yapmıyorum.
Gerçi ben James’in ölümünü daha yeni yeni kabullendim derken 1
ay önce pat diye “James Ducas aslında ölmedi. Görev gereği böyle bir istihbarat
kurulması gerekildi ve Bay Ducas 1 ay sonra kardeşiyle birlikte bu grupta
görevine şerefiyle devam edecektir.” Demeleri sanırım en ama en kalleşçe şeydi.
Zaten tepkim önce gözlerimden bir iki yaşın düşmesi, sonra da
bayılmak olmuştu.
Ve o gece bütün bu olan bitenler yüzünden, hayaller kurmama,
ümitler etmeme rağmen James’le bir daha beraber olamayacağımı anlamıştım.
Hayatımla oynamışlardı.
Tanrıcılık Oyunu…
Sanki çok kolaymış gibi James’i bir anda “öldürüp”,bir anda geri
diriltmişlerdi… Ve bunu normal bir şeymiş gibi sindirmemizi, sindirmemi bekleyip 1 ay sonra
geleceklerinin haberini vermişlerdi.
O anda düşünmeye başlamıştım.
Ya canları bir daha “Tanrıcılık Oyunu” oynamak
isterse…
O zaman ne yapacaktım?
Her uslu ev kadını gibi "öldürülen", "göğsüne şarapnel
yiyen", "mafya tarafından kaçırılıp boğazı kesilen" sevgilimi mi bekleyecektim?
Ki bunun süresi bile yoktu. Görev bitmediği sürece isterlerse 50
yıl boyunca bile beklemek zorunda kalabilirdim.
50 yıl boyunca her hafta sevgilimin sözde mezarına çiçekler
koyup, ilk haftalarda kafayı sıyırıp gecemi gündüzümü mezarda yatıp kalkarak
geçirerek hayatımı bitirebilirdim.
Korkuyordum… James bir daha “ölecek” diye korkuyordum. Bu sefer
ne olursa olsun beni durduramayacaklarından ve intihar etmek için uçurumlardan
atlamaktan korkuyordum.
Belki bunları James’e de söylemeliydim.
Ona korktuğumu söylemeliydim.
“Merhaba, Nightlion.”.
Ses tonu resmiydi. Ama sadece dıştan. İçinde tepkime göre
değişecek tınıyı ve yüz ifadesini sezebiliyordum.
Kafamı kaldırdım ve yüzüne baktım. Ne yapacağımı merak ediyordu,
ne diyeceğimi. Ama kaşları umutsuzca havaya kalkmış gibiydi. Her şeye kaldığı
yerden devam etmemizi isteyen bir yüz ifadesi…
Nightlion…
Takma adım…
İçimden kendime hafifçe güldüm. Komik bir isimdi. Küçükken ben
ve kardeşim Burak’ın çok sevdiğimiz bir aslan oyuncağı vardı ve bu aslan, nasıl
desem, bizim geceleri karanlığa karşı olan koruyucumuzdu. Zamanla “Gece Aslanı” diye anılan bu aslanın
adına bugün bir şekilde mahkûm kalacağımı düşünmezdim. Ki o aslan hala gerçek
evimdeki odamda dururdu, hala görevini yapar, karanlığa bekçilik ederdi…
James gerçek adımı pekâlâ biliyordu, bilen sayılı kişiden
biriydi, fakat bunu ortalık yerde söylerse, güvenliğimin tehlikeye gireceğinin
farkındaydı.
Ve eski sevgilim
olarak, en azından beni hala birazcık seviyorsa beni bu kadar riskli bir duruma
düşürecek kadar salakça davranmazdı.
Çok fazla şey düşünüp çok az konuştuğumu fark edince cevap
vermem gerektiği aklıma geldi. Sonuçta orda durmuş bön bön bakıyordum. Yüzüm
ifadesizdi.
“Merhaba, James.”.
Elimi resmi bir şekilde ona uzatırken yüzüne bakmaya devam
ediyordum. Ve bunu yaparken kaşlarının ve tüm yüzünün hayal kırıklığıyla şekil
değiştirmesine bizzat şahit olmuştum.
Böyle desem bile diğerleri bizi dışarıdan nasıl görüyordu
bilmiyordum. Çünkü James’in bunları yaptığını cidden görebiliyorlar mıydı emin
değildim, ben James’i okuyabilirdim. Yüzündeki
her bir mimiğin, söylediği her bir sözün anlamını tartabilecek derecede ona
bağlıydım.
Ve şimdi de anladığım kadarıyla bu bağ ne olursa olsun
silinmiyordu.
Biz yavaşça el sıkışırken duygularıma bir türlü engel
olamıyordum. Tenimin yeniden ona değmesiyle dahi tüm vücudum ürpermişti.
Ağlamamak çok zordu, ona sarılamamak, hesap soramamak, içimde biriken öfkeyi ve
hüsranı kusamamak…
Toplum bunu “olgunluk” diye adlandırsın, canım yanıyordu. Sanki
tuttuğu elimin her yanına iğneler batırılıyordu.
Artık canımı acıtmaya başlayan karıncalanma hissiyle aniden
elimi çektim. Biraz fazla ani olsa da yapabileceğim bir şey yoktu… Hiçbir şey yaşanmamış
gibi davranamazdım. Davranamıyordum. Bir dakika daha orda kalacaktım ve
yeterdi, gözlerimden yaşlar boşalırken nöbet geçirircesine titreyerek tüm
savunmamı indirecektim. Belki de kendimi kaybedip ona sarılacaktım ve her şey
bitecekti.
Korkuyorum.
“Hoş geldin.”.
Gözlerimi kısarak yapmacık bir gülümseme gönderirken bunu yutmuş
olduğunu umuyordum. Ama gözlerimi açtığımda yüzü sertti, verdiği mesajı sesli
söylemişti sanki:
Bunu neden yapıyorsun?
Ki bir an için gerçekten sesli söylemiş gibi alındım ve gözlerim
açık şaşıp kaldım.
Ona korktuğumu söylemeyecektim.
Kafamda tanıyamadığım bir erkek sesi belirirken irkildim:
Bir dakika prenses. Bir dakika sonra onun kollarında ağlıyor olacaksın.
Bunu gerçekten istiyor musun?
Ha… Hayır.
Korkuyla geri çekildim. James de bu tepkime karşın şaşırdı ve
tam ağzını açıp bir şey söyleyecekken sırtımı ona döndüm ve lafını kestim:
“Akşamki partide görüşürüz.”
Merdivenlerin tam dibinde odama doğru koşarak çıkarken Kate’e ve
diğerlerine bir el selamı verdim ve nihayet biraz olsun huzur bulabileceğimi
düşündüğüm odama girip kendimi yatağıma attım.
Keserek koyacaktım ama fark ettim ki kessem bile devam ettiğimde aşırı abuk olcaktı bu yüzden kesmedim ve bu sefer de çok uzun oldu. Kısaca sonuna kadar okuyabildiyseniz aferim ;w;
Neyse ben ölmeye gidiyorum (bu emoticonu ekleyince nedense bir James Bond repliğiymiş gibi durdu ._.)
Lütfen email adresine yorum atmayı unutmayın TwT Şey tabi blogtan atılıyorsa direk burdan atın ama dediğim gibi bozuk mu değil mi bilmiyorum... Heydin bay bay!